Ama bence mutluluk bir oyuncunun seyirci üzerindeki etkisi gibi: Sürekli onu düşünürsen hiçbir etki yaratamazsın, rolün içinde, amaçlarının içinde kaybolman lazım, başarının göstergesinin o etki olmasına izin vermen lazım.
Kendine Ait Bir Hayat, Marion Miller
Kendini tanımak şunu içermez: İdeal ve mutlu bir hayat ya da tam olduğum, artık kendimi bildiğim, tökezlemediğim bir hayat. Hayır bu değil. Sartre asla tam olamayacağız der. Bizde en çok burada zorlanıyoruz zaten. Hayallerimi buldum dediğim yer dev bir kötü inanç ve bunu duymak bazen şunu doğuruyor: E o halde ne yapacağız? İnsan olduğumuz sürece eksiğiz ve eksik kalacağız. Ve her nasılsak o halimizle tamız. İnsan olmanın huzursuz tarafı da tam olarak bu. Hangi taraflarına bakmak zor geliyor? Bakmayasın geliyor? Baktıkça başkalarını suçlayasın geliyor? Benliğinin inkar ettiğin tarafları için seni cesaretlendiren yerler neler olabilir? Kierkegaard ve Sartre, “insan içindeki sistemi tam olarak anlayamaz, hep eksiktir’’ der. Hatta çevremizdekiler tarafından bile her hatamızda cezalandırılıp eksik hissettiriliyoruz ve tamamlanmamız gerektiğine dair yönergeler alıyoruz. Sürekli onaylanma ihtiyacı doğuyor. Bir süre sonra ise hangi duyguları hissetmeliyiz bunlar bile doğru-yanlış olarak entegre oluyor. Eksik hissettiğimiz sürece kendimizi ilişki ve nesnelerle tanımlamaya çalışırız. Karşımızdakini nesneleştirdikçe kendimizi de nesneleştiriyoruz. Bir kıyafet üzerimize nasıl uyuyorsa, ilişkide karşımızdaki de öyle uysun bize istiyoruz. Puzzle parçası bulup ilişkideki dalgalanmanın önüne geçmeye çalışıyoruz. Bu inançla ya ilişkiden uzaklaşıyoruz ya da karşımızdakini idealize ediyoruz. Var olduğumuz hal sürekli değişim ve dönüşüm içindedir. İnsan anlam ararken var olur, bu var olduğumuz halimizde tam olduğumuz halimizdir.
Ötekinden etkilenmediğim bir hal ya da versiyon yoktur. Ancak bir şekilde ilişkideki üç boyutluluğu kaybettiğimizde ve ilişkiyi bir şeye indirgediğimizde kendimizi soyutlamış oluyoruz. Bazen de büyük-küçük tercihler içinde genel tercihlerimizi/etkilerimizi/yönümüzü göremez hale geliyoruz. Kendimi bir alana sıkıştırmam ve başka türlüsünün olamayacağına inandığım durumları Sartre kötü inanç olarak adlandırır. Kierkegaard ise buna şöyle der: “Beni bir kere etiketlersen beni inkar edersin.’’ Biz öfkeli, çalışkan, erteleyen, duygusal, ilişki kuramayan…. Bunların hiçbiri değiliz aynı zamanda hepsiyiz. Tek bir kelime ve tanım beni oluşturmaz. Orada ne olduğuna bakmak asıl mesele. O beni kendime yakınlaştırabilir ancak.
Sen kendine nasıl yaklaşıyorsun peki? Bedenimle, duygularımla, iç dünyamla ve bütünle ilişkim nasıl? Hayatın dönüşümü, son, sonluluk meseleleri bende nereye temas ediyor ve ben bununla karşılaştığımda ne yapıyorum?
Hayatımızda neyin peşinde olduğumuz, pusulamız bizim yönümüzü belirleyen en önemli şeylerden biridir. Hamster gibi bir şeylerin peşinden koşuyoruz ama bilmiyoruz ne olduğunu. Sartrecı bir yerden konuşursam bu orijinal projen ne olurdu? Geleceğe yönünü çevirdiğinde sende ne canlanıyor? Ama bu peşinde olma hali bir hedef ya da “mutlu olmak’’ değil. Geleceğe doğru baktığımda yönsüz olmak ise beni çapasız, yurtsuz hissettirebiliyor. Oradan oraya savrulabiliyorum. Bir hayalim ve rotamın olmasından bahsediyorum sadece. Emin olmam gerekmiyor. Bu hayal, hedef her zaman, her an güncellenebilir.
Hikayemin geleceğe doğru bir yönünün olması, bulunduğum anı anlamlı kılacaktır.
Bir Cevap Yazın